Andrey Tarkovsky’nin şiirsel sinemasını yıllar önce keşfettiğimde benliğimden ve ruhumdan vurulmuşa döndüm. Bunu bir yönetmen için kullanmak ve bunu dile getirmek çok ender bir durumdur. Kieslowski, Tarkovsky, Kurosawa tabi ki Hitchcock tarzları farklı olsa da beni derinden etkileyen isimler. Tarkovsky’i yakından tanıma isteği ile iki kitabını kitaplığıma ekledim. “Zaman zaman içinde” ve “Mühürlenmiş Zaman” kitaplarını okurken bir yandan “Nostalgia, The Sacrifice, Ivanovo detstvo, Stalker, Zerkalo, Solyaris ve Andrei Rublev“
filmlerini izleyip okumamı tamamlıyordum. Bu zahmetli çabadan sonra bir “Sineokur” olmaya karar verdim. Sinema yedinci sanat olarak sadece bir izleyici görüşü sunmuyor aynı zamanda farklı okumalara kapı açan zengin bir düş dünyası, hayatı anlama çabası ile çok daha fazlası. Tarkovsky’nin benim dünyamda çok özel bir yeri var. Mubi bu ay koleksiyonuna bu belgeseli ekleyince bunu izlememek olmazdı. Ama belgeseli büyük bir beklenti içerisinde izlemedim çünkü beklentimi karşılayacak bir sunum bulamayacağım konusunda bir yargım vardı. İyi ki de öyle yapmışım.
Belgeselden önce Tarkovsky notlarımı hızlıca karıştırdım. Tarkovsky’nin aktardığı bir mektup hemen gözüme çarptı. Aslında bu mektup benim Tarkovsky’i sevme nedenimi açıklıyordu.
"Tarkovsky: Bir kadın, kızından aldığı mektubu bana yollamıştı. Öyle sanıyorum ki, bu mektupta bütün yaratıcı eylem ve bu eylemin iletişimsel işlevi ve imkanı, şaşılacak derecede kapsamlı ve duyarlı biçimde dile getirilmiştir. “Bir insan kaç sözcük bilebilir ki?” diye soru yöneltiyor kız , annesine:
Mektup;
Günlük konuşmada kaç sözcük kullanıyoruz ki? Yüz, iki yüz, üç yüz? Duygularımız sözcüklere bürünür; sözcüklerle acıyı, sevinci, iç dünyamızda olup bitenleri dile getiririz, yani aslında dile getirilemez şeylerin hepsini sözcüklerle aktarmaya kalkışırız. Romeo, Juliet’e harikulade sözler söylemişti, son derece parlak ve güçlü. Ama bu sözler, yüreğinden taşan duyguların acaba yarısını olsun ifade edebiliyor muydu? Kendi nefesini kesen ,juliet’inse aşktan başka bir şey düşünmemesine yol açan bütün o duyguları?
Anlaşmanın bambaşka bir dili, başka bir şekli daha var: duygular ve görüntüler. Bu tür bir iletişimle ayrılıklar aşılır, sınırlar yıkılır. istekler, duygu ve taşkınlıklar, bugüne kadar aynanın her iki tarafında, kapının önünde ve arkasında durup kalmış olan insanlar arasındaki engelleri alıp götürür… Beyazperdenin çerçevesi genişler, o güne kadar bize kapalı bir dünya serilir önümüze, bu dünya yeni bir gerçekliktir… Bütün bunlar sadece küçük Alekscy’in aracılığıyla olmaktan çoktan çıkmıştır: Artık doğrudan Tarkovski’nin kendisi, perdenin öte tarafında oturan seyirciye seslenmektedir. Artık ölüm yok, ama ölümsüzlük var. Zaman tek ve yok edilmez bir birimdir. Tıpkı şiirde dendiği gibi: “Tek bir masa, dedeler ve torunlar için. . . ” Bu filme başka açılardan da yaklaşmak mümkün; ben daha çok duygusallığı seçtim. Sen nasıl buldun? Lütfen bana yaz …"
Tarkovsky’nin şiirsel sinemasının anlatımı katı gerçeklerin gölgesinde değil yaşamın sürekli kendini yenileyen, çatışan, dönüşen tarafında vücut bulur. “Stalker” filminde ana karakterimiz etrafında şöyle bir metin dile getirilir. “Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir. Öldüğü zamansa kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır. Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz.” Bu metin Tarkovsky’nin sinemaya bakış açısının önemli bir parçasıdır. Çatışma ve dönüşümün şiiridir onun sineması. Ya da benim onun sinemasında gördüğüm budur.
Zaten o izleyicisinin kendisinde anlamlar çıkartmaya çalışan çabasını da yersiz bulur. Buna da gerek yoktur. Tarkovsky kendinden önce ki sinema kuramlarına ve teorilerine de eleştirel gözle bakıyor. Filmleri ile kendi sinemasını bir anlamda da kuramını oluşturuyor. Durum böyle olunca bizim için bir çok anlama gelen metafor da Tarkovsky için anlamsızlaşıyor. İlginç bir durum. Kendi sinemasını oluştururken kendi benliğini de ortaya koyuyor ama ortaya çıkan eserin benliğinden uzak yansımalarını da kabul etmişe benzemiyor. Biz izleyici olarak Tarkovsky’i ne kadar okursak okuyalım onu ne kadar anlarsak anlayalım onun benliğine sahip olamayacağımız için izlenimlerimiz ona göre yanlış yollara sapabilir. Bunu başta kabul etmek gerekiyor. Aslında şunu mu demek istiyor; Ben varlığımı sinema sanatında anlatırım onun dışında kalanların benimle ilgisi yoktur. İstediğiniz kadar ortaya koyduğum karelerden, imgelerden sonuç çıkartın. Kendi benliğinizi metaforlarla sorgulayın benim için bunların sinemamda ki karşılığı anlaşılmamaktır. Zaten anlaşılmak için film yapmıyor. Kendi dünya görüşünü sinema sanatı içerisinde şiirsel bir anlatımla sunuyor. Bunun ötesindeki bütün unsurlar sadece bizler için önemli onun için değil. Bunu bizim kabul etmemiz gerekiyor. Yönetmen ile tam anlamıyla bir bağ kurmak bu açıdan çok zor. Kurosawa incelemesinde bu duyguyu hiç yaşamadım. Belirli ölçüde bir bağ oluşturdum. Ama Tarkovsky için böyle bir sonuca varabileceğimi düşünmüyorum. Bunu da olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirmiyorum. Onun sineması tamamıyla ona ait. Bir olay örgüsü içerisinde bize bir şeyler anlatma çabası içerisinde değil.
Tarkovsky bu konuda ne diyor sorusuna kitaplarında bir cevap aramaya çalışalım. Filmlerini izlemeden önce onun eyleminin nedenlerini anlamak istiyorsak diye şöyle bir alıntı ile başlayayım;.
“Sinemada beni çeken, alışılmamış şiirsel bağlantılar, şiirselliğin mantığıdır. Kanımca bu, bütün diğer sanatlar içinde en gerçekçisi ve en şiirseli olan sinemanın imkanlarına da çok uygun düşünmektedir.
Her durumda bu bana, düz bir çizgi doğrultusunda geliştirilmiş ve mantıklı bir sebep-sonuç ilişkisine dayalı bir konuyla görüntüleri birbirine bağlayan geleneksel dramaturjiden çok daha yakın geliyor. Bu tür aşırı ‘kusursuz’ olaylar zinciri , genelde, soğukkanlı hesaplamaların ve spekülatif düşüncelerin güçlü etkisiyle oluşur. Böyle bir durum söz konusu olmasa ve konu, aktörleri tarafından belirlense bile şu her seferinde yeniden kanıtlanmıştır ki , görüntüleri sıralama mantığı, karmaşık hayat gerçekliğinin sıradanlaştırılmasına dayanır.
Ancak filmsel malzemenin sentezini yapmanın başka bir yolu daha vardır: insan düşüncesinin mantığını sergilemek. Bu durumda olayların sırasını ve her şeyi bütünsellik içinde bir araya getiren kurguyu da bu mantık belirler.
Düşüncelerin oluşumu ve gelişimi belli yasaları izler. Ve bunu ifade edebilmek için de mantıksal-spekülatif yapılardan farklılığını açıkça gösteren biçimler gerekir. Kanımca, şiirsel mantık, hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak hayatın yasalarına klasik dramaturjinin mantığından çok daha yakındır. Ne var ki klasik drama, yıllardır dramatik çatışmaları ifade edebilmenin yegane örneği olarak ele alınmıştır.
Şiirsel bağlantılar, olağanüstü duygusal bir ortam yaratarak seyirciyi harekete geçirir. Seyircinin hayatı tanıma faaliyetine katılmasını özellikle sağlar, çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı talimatlarına dayanmaktadır. Kullanıma açık olan tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. Karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun , fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır. Dolaysız, genelgeçer sonuçlar çıkarma mantığı, insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını hatırlatır. Oysa akılsal ve duygusal hayat değerlerinin birbirine bağlandığı çağrışımsal bağlar, hiç şüphesiz sanal için çok daha zengin imkanlar sağlar. Sinemanın bu imkanlardan bu kadar seyrek yararlanması gerçekten üzücüdür. Zira bu yol oldukça çok şey vaat ediyor. Bu yol bağrında, bir görüntüyü oluşturan malzemeyi adeta ‘patlatacak’ bir güç barındırıyor.
Bir nesne hakkında her şey hemen bir çırpıda söylenmezse, insan bu konuda şahsi görüşler üretme imkanına kavuşmuş olur. Oysa genelde sonuç, seyirciye hiç akıl yürütme fırsatı tanımaksızın tepsi içinde sunulmaktadır. Seyirci zahmetsiz elde elliği bu sonuçla ne yapacağını bilemez. Yaratıcı, bir görüntünün yaratılmasındaki zahmeti ve mutluluğu seyirciyle paylaşmadan, ona bir şey anlatabilir mi?
Yaratma sürecini bu şekilde ele alınanın başka bir yararı daha var: Seyi rcinin, tek başına, kendi düşüncelerini de katarak, filmin parçalarından yeniden bir bütün oluşturmasını sağlarsa sanatçı, seyirciyi algılama sürecinde kendisiyle eşit bir düzeye çekebilir. Evet, sanatçıyla izleyicinin karşılıklı birbirini sayması için de bu tür bir ilişki, en uygun sanatsal iletişim biçimidir.”
Belgesel Tarkovsky’nin çocukluk fotoğrafları ile açılıyor. Fotoğraflara eşlik eden şiir ile birlikte babasının ünlü bir şair oluşunun onda etkisini, ilk hatıralarını, “Ayna” filminde kendisini annesine, babasından daha fazla bağlı hissetmesinin yansımalarını görüyoruz. Sonrasında Tarkovsky’nin anılarında onun sesi ile gezinirken filmleri ile hafızası arasında bağlantılar goz önüne koyuluyor. Belgeselin bu kısımları benim için oldukça değerliydi. Babasının onları terk edişiyle annesine olan bağı ve saygısı artıyor. “Annem olmasa ben asla bir film yönetmeni olamazdım.” sözleri bu bağın gerçekçi temellerinin ifadesi olarak sunuluyor.
Sonrasında sinema ile tanıştığı arzu dolu ilk yillar ve 1962 yılında çektiği ilk uzun metraj filmi “İvan’ın Çocukluğu” ile otoritelerin onu anlayamadığı bir çağda açılmış olur. İvan’ın Çocukluğu olumsuz düşüncelere rağmen ölüme ve yıkıma karşı güçlü bir vurguydu. Yarım kalan bu projeyi sıfırdan yarı bütçe ile eli alışı yeni mezun bir sinemacı olarak kendine güveninin ve yapmak istediklerinin ilk izlerini taşıyordu. 1964’ten 1966 yılına kadar ikinci projesi Andrey Rublev ile sinematografi kurulundan büyük övgüler alacaktır. Fakat kısa bir süre sonra film Tarkovsky neyi başardığını anlamadan rafa kaldırılacaktır. Rus ve tarih karşıtı olduğu ve bir çok eleştiri filmin gösterimini 5 buçuk yıl erteleyecektir. Kültürün din olmadan var olamayacağına daha fazla inanmaya başlar. Kültür ile din arasındaki ilişkinin birbirini yücelten topografyasında dine bakış açısını görüyoruz. “En şiirsel görüntü naturalizme dayanır” sözlerinde bile bu uhrevî bakış açısı yansıtılır. Bu bölümde imge ve simge ile ilgili düşüncelerinin aktarılışını ve daha önce duyduğumu hatırlamadığım görüşleri dikkatimi çekti. “Sanat en yüksek yaratma kapasitesinin aynadaki yansımasıdır. Böyle yaparak yaratanı taklit ederiz, biz tam olarak imgede yaratılanlarız ve Tanrının suretleriyiz. Sanat, insanın en özverili çabalarından biridir. Sanatın anlamı ibadettir. Bu benim ibadetim.“
Bu geniş yer kaplayan bölümden sonra sıra Solaris‘e geliyor. Solaris’i İnsan doğa ilişkisi ile ele alır. Gerçeği algılayabileceğimiz tek yer doğadır. Bu bölümde onun doğa ve eve bakış açısını görüyoruz. Doğanın ortasında kurduğu inşa ettiği ev onun en mutlu olduğu yere dönüşmüştür. Orada yazar, orada insan olur. Birisi onun evini alsa hiçbir şeyi kalmaz. Tarkovsky’nin evine, eşine, çocuklarına dair düşüncelerini “Zaman zaman içinde” adlı günlüklerinde en içsel şekilde bulabilirsiniz.
Mirror, Tarkovsky filmografisinin en beğendiğim filmi. Gösteriminden sonra üzerinde derinlemesine tartışmalar yapılmıştı. Belgeselde Tarkovsky filmin çözümlenmesini sinema salonunu temizleyen temizlikçi ile yaşanılan anekdotu aktararak verir. Ona göre bir çok film eleştirmeni ne anlattığını bile bilmemektedir. Senaryo ile bölüm sekanslarının birbirinden farklı olduğu gerçeği Mirror filminin kurgusunu neredeyse bir çıkmaza sokar. 19 kez değişen film nihai sonucuna kuru bir dramaturji ile değil simgesel anlatımın şiirselliği ile ulaşır. Zamanı durduran tek sanat sinemaya açılan şiirsel anlatım kapısıdır. Son şairin ortadan kalkmasıyla hayatın anlamsızlaşacağı bu dünya için ruhun karşılığı sanattır. Sanatını kaybeden bir toplum ruhunu kaybeder. Bu da günümüzün Türkiye’sinde derinlemesine tartışılması gereken bir gerçek. Çünkü bu ruhun ait olduğu bir coğrafya ya da ideoloji yoktur. Sadece varlığı önemlidir. Toplumu sürükleyen, var eden bu ruhu kaybetmemek için dört elle ona sarılmalıyız.
Belgeselin 6. bölümünde özgürlük sorununu ele alır Tarkovsky. Kimsenin elimizden alamayacağı içsel özgürlük üzerine düşüncelerini ifade eder. Bu Hamlet’in dizelerinde “Kendimi sonsuz uzayın kralı sayıyorum.” İfadesinin özünde gizli olan özgürlüktür. Haklar ile özgürlük arasındaki ilişkide özgürlüğü hakların kaybı elimizden alamaz. Onun için en baskıcı ülkelerde bile özgür insanlar vardır. Sanatsal özgürlük olmadan bir sanat eserinin olamayacağının aktarıldığı bölümde daha erdemli, kısa ve öz olmasını istediği Stalker filmine geçiş yapılıyor. En başarılı filmi olarak gördüğü Stalker sanatçı olarak onun o yıllarda taşıdığı ruh halinin bir yansımasıdır. Bu bölümde oyuncuları ile kurduğu ilişki üzerine bir anlatıma geçilir. Bu bölümün olmayacağından biraz korkmuştum. Ama belgeselin sonlarına doğru yerini aldı.
7. Bölümde “Nostalghia” filmi rüyalar ile açılıyor. Nostalji’nin ele alındığı bu bölümde ruhumuzun genişlemesinin bir aracı olarak en mutlu anlarda bile buna ihtiyaç duyabileceğimiz gerçeğinden, aşktan, şefkatten kısaca insandan bahseder. Cannes film festivalinde başarı kazanan bu film ile yönetimi, halkı tarafından arkadan bıçaklanmış bir Tarkovsky vardır artık. 1983 yılında artık ona doğduğu topraklarda ihtiyaç duyulmadığını hisseder. Artık o Moskova’ya dönemez ve batıda kalmak zorunda kalır. Onun için beklenmedik zor bir dönem başlar. Sovyetlerde 20 yılda 5 film çekmesine yetecek zorlu bir ortam olsa da ana vatanına büyük bir özlem duyar.
“Aslında geleceğimizin en büyük kaygısı muhtemelen savaş değil, insanın varoluşuna elverişli ekolojik konumun kademeli olarak yok oluşu olacak. Savaş bile olmadan bu atmosferde boğulacağız.”
Günümüzde masmavi olması gereken bir denizimizin ölüm çığlıkları aslında Tarkovsky’nin anlattığı ekolojik kıyametin karşılığı değil mi? Kıyamet vurgusu ile başlayan 8. bölüm insanın hayatı anlama çabasından bahsediyor. İnsanın gelişmesi bu soruyu sorarak atacağı ilk adım ile başlar. Bu soruyu ciddiye almayan sanatçı da sanatçı da değildir. İsveç’te çekilen Kurban, Nostalji filminin baş karakteri Domeniko‘nun mantıksal bir evrimi olarak inşa edilecektir. Kişisel sorumluluğa ithaf edilen Kurban filmi yine Tarkovsky’nin düşünce dünyasına açılan bir yapıda bizlere aktarılıyor.
utkuyla örülü bu yaratıcı zihnin ölümden korkusu yoktur. Hayata karşı bir fikri olan kişi için ölüm korkutucu olamaz. Onun hayata vedasıni anlatan son bölümde kullandığı daktilo, yazdığı notlar ve dünyaya açılan bir pencere vardır. Bir de onunla yaşayan şiiri ve şiiri bütün varlığıyla ölümsüzlüğe seslenir.
“Hafif bir rüzgar esiyor kalbe
Ve sen uçuyor, uçuyordum pervasızca
Bu arada, bir fotoğraf negatifinde aşk
Ruhuna tutunmuş kolundan
Kayıtsız sanki bir kuş
Tahıl çalar birer birer, ya sonra?
Tiz haline getirmene izin vermeyeceğim,
Ölsen bile yaşarsın
Tamamen değil, yüzüncü
Bir rüyada gizlice
Tarlalarda dolanır sanki
Uzak diyarlarda
Bütün bunlar canım, canlı, apacık
Bir kez daha tekrarla uçuşunu onun
Objektif Meleği
Alırsa dünyayı kanatlarının altına"
Yazan: Serkan SERT (kuzeydebiryer)