Ingmar Bergman’ın 1966 yılı psikolojik dram filmi
Kesinlikle bu herhangi bir film değil dahiyane bir iş… Derin psikoloji birikimi, aynı zamanda da sinema okuması becerisi gerektirdiği kesin.
…İzledikten sonra film hakkında analizlere baktığımda Bergman’ın sinema karakterinin kendi çocukluğunun travmatik durumlarından etkilendiği ifade ediliyor.
Bu filme ilham kaynağının 1965’te bir iç kulak enfeksiyonu geçiren Bergman, sürekli olarak, hatta uyurken bile baş dönmesi yaşar. Başında bir bantla haftalarca yatağa bağlanan Bergman, doktorunun tavana boyadığı bir noktaya bakarak baş dönmesini önlemeye çalışır. Ama her bakışta oda fırıldak gibi dönüyormuş hissine kapılır. Bergman tavandaki noktaya konsantre olarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye çalışır ve bu ona biraz olsun yardımcı olur. İyileştikten sonra pencereden dışarı bakar ve bankta oturan hemşire ve hastayı görür. Bergman’ın başyapıtı Persona işte bu hasta-hemşire ikiliği ve birbirine karışan yüzler üzerinde temellenir.
…Film psikolojik analiz bakımından Bergman’ın başyapıtıyla aynı ismi taşıyan Persona kavramı, Carl Gustav Jung’un en temel teorilerindendir. Buna göre, dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin parçası Personamızdır…
…Çok detaylı değerlendirmelere ve teknik,psikolojik,sinematografik detaylara sahip bu filmin detaylı araştırması herkesin kendisi adına yapması gerektiği ve çok kıymetli olduğuna dair kanaatimle filmden alıntı şu cümleleri kendi duvarıma da ekleyerek ayrıca buraya da bırakıyorum.
…Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.